Gazze'de Katliama Dur De!

0 yorum



İNSANLIĞIMIZIN YOK EDİLMESİNİ REDDEDİYORUZ!


Evlerimizde ve işyerlerimizdeki televizyonlarda artık futbol maçı seyretmiyoruz. Dünyamızın 'Filistin' diye anılan bir parçasında insanlığımızın hunharca yok edilişini seyrediyoruz. Filistin'de işlenen katliamı, bir futbol maçını izler gibi seyretmeyi reddediyor, bu katliamı işleyenlerle aynı cinse sahip olduğumuzdan dolayı insanlığımızdan utanıyoruz. Filistin'de işlenen katliam, insanın insana karşı nasıl vahşileşebileceğinin korkunç bir örneği olarak önümüzde durmaktadır.

Bütün insanlığın gözü önünde işlenen bu katliama sadece katledilen Filistinlilerin sayısı açısından bakmıyoruz. Gazze'de sadece yüzlerce Filistinli katledilmemektedir. Orada katledilen ortak insanlığımız, insanlığımızın ruhu ve vicdanıdır. Aşağıda imzası olan bizler, dünyanın en korkunç terör mekanizmasına dönüşen İsrail devletini, insanlığımızı hunharca katletmekten dolayı kınıyor ve onu insanlık ve tarih önünde tel'in ediyoruz.

Buradaki linkten siteye ulaşabilirsiniz.

Massacre

0 yorum




Who's dancing here
On the walls of Jerusalem?
A Jew? A hangman?
A young soldier
He dances a hora on Arab bones
He sings over Arab graves
There's no peace, no truth
All oaths are broken

Black Ox Orkestar grubunun şarkılarından birinde geçen sözler.

Eleştirmenlerin gözde filmi: Sonbahar

0 yorum




90 kuşağı gençliğine bir ağıt niteliği taşıyan, uluslararası festivallerde altı, Adana’da üç Altın Koza kazanan “Sonbahar”, F tipi cezaevlerini protesto etmek için yapılan açlık grevlerini kanlı bir baskınla sona erdiren Hayata Dönüş operasyonunun yıldönümünde gösterime girdi.

Üniversite öğrencisiyken katıldığı eylemlerden dolayı hüküm giyen, cezaevindeyken F tipi protestolarına katılan, açlık grevi yapan, bu yüzden ciğerleri iflas eden Yusuf’un (Onur Saylak) son günlerini Doğu Karadeniz’in bir dağ köyünde ki evinde geçirmesini konu alan “Sonbahar”, senarist ve yönetmen Özcan Alper’in ’90 kuşağına adadığı bir ağıt.

Yüzlerce hükümlü ve tutuklunun katıldığı açlık grevlerinin Hayata Dönüş adı verilen kanlı bir operasyonla sona erdirildiği 19 Aralık tarihi filmin gösterimi için özel olarak seçildi.

2000 yılı Ekim ayında başlayan açlık grevinin Kasım ayında ölüm orucuna dönüşmesin üzerine 19 Aralık tarihinde 20 cezaevine düzenlenen baskınlarda 30 hükümlü ve tutuklu ile iki asker yaşamının yitirmişti.

Filmin değindiği bir başka siyasi sorun da SSCB’nin dağılmasıyla bağımsızlığını kazanan ülkelerde yaşanan trajedi. Ailesine bakabilmek için Türkiye’de fuhuş yapmak zorunda kalan Gürcü kadın Elka (Megi Koboladze) ile Yusuf’un yollarının kesişmesinden hem bir aşk hikayesi hem de sosyalizmin sınırın iki yanında ne ifade ettiğine dair bir yorum doğruyor.

ELEŞTİRMENLERİN GÖZDE FİLMİ

“Sonbahar”a çok sayıda ödül kazandıran ve film eleştirmenlerinden övgüler toplamasını sağlayan nitelikleri ise siyasi fonundan çok estetik yapısı oldu.

Jay Weissberg (Variety): Doğa ile insan ruhunu çok güzel dengeliyor
Sonbahar’ın karlı tepelerinin üzerine çöken melankoli havası beraberinde Türk sinemasından etkileyici bir yeni sesin memnuniyet veren duygusunu getiriyor. Çiçeği burnunda yönetmen Özcan Alper’in, kendisi gibi umut yoksunu bir bölgede olan evine dönen eski politik mahkumun örselenmiş ruhunu dokunaklı biçimde yansıtan bu güçlü yapıtı, doğa ile insan ruhunu çok güzel dengeliyor. Diyalogları zaman zaman biraz fazla açıklayıcı olmakla birlikte Alper’in sezgileri büyük ölçüde isabetli ve oyuncu yönetimi de kendine güvenli. (...)Alper, sonbaharın solmakta olan bütün güzelliğiyle altın-kahveden koyu yeşillerine, kış yaklaşırken karla kaplanan manzaraya ustalıkla geçiş yaparken objektifine olgunlukla hakim olduğunu gösteriyor. Müzik ekonomik biçimde kullanılmış, hiç baskın çıkmıyor aksine özenle, nazikçe duyguları öteliyor.

Dan Fainaru (Screen Daily): Sosyalist rüyanın acıklı aldanışı
TÜRK yönetmen Özcan Alper’in memnuniyetle karşılanan ilk filmi Sonbahar, olaya ağırlık vermeyen, yavaş seyreden, boşuna heba olmamış ama zehrolan bir dizi ideal uğruna kaybedilmiş bir gençliğe ağıt yakan, alçak tonda bir öykü anlatıyor. Mevsim kışa dönerken Sonbahar’ın konusu da daha karanlık ve umutsuz bir hale dönüşüyor. (...) Sonbahar Kim Ki-duk’un İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış ve ...İlkbahar’ından bile daha yoğun kişisel bir önerme ama kıyaslamayı sadece filmin adı üzerinden değil ama burada da doğa filme güçlü bir dramatik arkaplan sağladığı ve diyalog yokluğunda anlatıyı da sürüklediği için.(...)Beklediği bir şey kalmamış bir adamın kişisel trajedisinden öte gölgeler arasında gizlenmiş olsa da apaçık görünen şey, sosyalist rüyanın acıklı aldanışı. Sürekli satır aralarını okumaya hazırlıklı olmayan izleyiciler kuşkusuz Sonbahar’ın yavaş, göstermesiz akışından sıkılacaktır. Görkemli doğa manzaraları hareketsizliği büyük ölçüde tazmin ediyor, atmosfer yaratmaya yardım ediyor. Yusuf’un kentteki geçmişine yapılan geridönüşler zaman zaman pastoral atmosferi zedeliyorsa da yararlı ve etkili biçimde kullanılıyorlar. Oyunculuk da kalan tüm öğeler gibi minimalist tutulmuş, duyguları göstermektense ima ediyor.

Murat Özer - Empire Dergisi
Sonbahar, adı afişlerde büyük harflerle yazılmış olsa da bu minvalde konuşan bir film değil. Derdini öylesine fısıltılı bir dille anlatıyor ki, duyabilmek için can kulağıyla dinlemek gerekiyor. Onur Saylak’ın canlandırdığı baş karakter Yusuf’un yüzünden yansıyan hüzün, filmin plastiğinden de aynı şekilde akıyor bizlere ve midemize binlerce yumruk indiriyor, yüreğimizi ise hiç olmadığı kadar açıyor, bizleri dermanı olmayan bir açık kalp ameliyatına sokuyor. Karakterin yolculuğuyla birlikte adım adım yalnızlaştığımızı hissediyoruz, ona eşlik etmenin getirdiği ‘ölüm kokusu’nu soluyoruz film boyunca ve çamura gömülen bacaklarımızın bizi hiçbir yere götürmek istemediğini anlıyoruz. Özcan Alper’in yönetimde gösterdiği başarıyla birlikte senarist olarak yaşattığı duygunun da yan etkileri bunlar. Seyirci kimliğimizle ortak olduğumuz bu hikaye, genç sinemacının bizleri içine katmak için gösterdiği çabayla daha da anlamlanıyor, kişisel tarihimizde özel bir yere konuşlanıyor.

Şenay Aydemir - Altyazı
Yönetmen Özcan Alper, Yusuf’un hikâyesini hamasete kaçmadan, ajitasyona sığınmadan, doğanın, hayatın ve aşkın diyalektiğine sonuna kadar sadık kalarak bir ‘şiir gibi’ ince ince işlerken; seyircinin hikâyenin dokunaklılığına kapılmaması, Yusuf’un kendi içinde ve kendinden menkul görülmemesi için ise belgesel görüntülerden yararlanıyor. Öğrenci gençlik mücadelesi içinden seçilen bu belgesel görüntüler, Yusuf’un hikâyesine kendisini kaptıran seyirciye bir tür “neden burada olduğumuzu unutma!” mesajı veriyor ve böylece filmin kahramanını da toplumsal bir karakter haline dönüştürüyor.

Yusuf’un gün batımına karşı deniz kıyısında yüzünü hiç görmediğimiz Cihan ile buluştuğu sahnede ise 68 gençliği hikâyeye dahil oluyor. Yüzünü göremediğimiz kişi hiç kuşkusuz ‘dalgalarla dövüşen’ bir başka Karadenizli ve 68 gençliğinin önderlerinden Cihan Alptekin. Böylece iki kuşak arasındaki tarihsel bağ kurulurken, mücadelenin sürekliliği Yusuf’un kimliğinde yeniden anlam kazanıyor.

Zeynep Dadak - Altyazı
Sonbahar’ın belki de en etkileyici yönü, klişe olabilecek bir hikâyeyi, ezberden bir bakışla değil, romantik bir gerçeklik hissiyle anlatması. Bunun en güzel örneği Yusuf karakteri ve filmin sinematografisi arasındaki tezatta saklı. Yusuf ne kadar içine kapanıksa, filmin görsel dünyası da bir o kadar dışavurumcu. Filmin kamerası huzursuz, sanki yerinde duramıyor gibi. Yusuf’un ve döndüğü köy hayatının hareketsizliği karşısında, duramayan, sürekli hareket halinde bir kamera var. Yusuf’un derdini karakterin kendisi değil, filmin mizanseni anlatıyor. Mevsim yavaş yavaş sonbahardan kışa dönerken, Yusuf’un ilerleyen hastalığı, kötüleşen öksürüğüyle olduğu kadar, sertleşen, hırçınlaşan doğa görüntüleri aracılığıyla aktarılıyor bize. Filmin, dışımızda olanın şiirsel güzelliğini, içerideki felsefi derinlikle birleştirme çabası, Goethe’nin Genç Werther’inin “hayat ve hareketten daha önemli olan seziş ve karanlık istekler” tanımının sinemasal karşılığı gibi. Yani, seziş ve karanlık istekler oyunculuk üzerinden ne kadar minimal bir biçimde anlatılıyorsa, hareket ve hayat döngüsü doğa üzerinden o kadar abartılı ve gösterişli anlatılıyor. Özcan Alper, politik bir derdi düşünsel ve felsefi boyutunun içine kilitlemeden, yaşandığı gibi, hayat üzerinden anlatmayı seçmiş. O yüzden Sonbahar’ın dünyasında doğadaki aşkınlık, kalpteki aşkın kamçısı oluyor.

Senem Aytaç - Altyazı
Bir seyirlik olarak halka ifşa edilen Ortaçağ işkencelerinden, artık bedene uygulanan cezalarla ve bedensel azapla yetinmeyen, onun yerine “kalp, düşünce, irade, ruhsal durum üzerine derinlemesine etki eden bir ceza”2 sistemini ve bireylerin kim/ne olacaklarına, olamayacaklarına ya da olmaları gerektiğine karar vermeyi meşru sayan bu yeni hapishane, Yusuf’u iktidar için zararsız bir özneye dönüştürürken, aslında onu cezalandırmıyor ya da sağaltımını sağlamıyor, onu açıkça, yine öldürüyor.

Yusuf dışarıdayken de kendi hapishanesini içinde taşıyor; baktığı her yerde onu görüyor, mekân ve beden ona dar geliyor. Bu sefer hapishanenin içeri doğru değil, dışarı doğru genişlemesinin hikâyesini izliyoruz. Açlık’ta beden üzerinden ihlal edilen içerisi/dışarısı ayrımı, Sonbahar’da mekân üzerinden gerçekleşiyor. Aklımızın bir kenarında sürekli var olan F tipi’nin gölgesi bütün mekânların üzerine düşüyor. Bu darlık sadece Yusuf için de geçerli değil, benzer bir biçimde Eka da bir hapis bedende ve mekânda var olmaya çalışıyor, Mikail çoktan hayatın bir hapishane olduğunu kabullenmiş... Pencere pervazları, telefon kulübeleri, otel odaları, minibüsler, giderek açık alanlar, her yer onları kapatan birer hücreye dönüşüyor. Sonbahar, bir anlamda, sadece Yusuf için değil, herkes için açık bir cezaevine dönüşmüş olan hayatın hikâyesini anlatıyor.

Murat Erşahin - Sinema Dergisi
İyi bir film “Sonbahar”. Bir ‘ilk film’ için son derece olgun, yürekli ve doğru... Ülkede yaşanmış ve yaşanan acıları, toplumsal yaraları ajite etmeden yedirmiş öyküsüne. İnsanın ta içine işliyor. İnsancıl. F-tipi cezaevleri, açlık grevleri arasında yıllarını geçiren Yusuf’un öyküsü anlatılan. Tahliye edildikten sonra Artvin’deki dağ köyünde, yaşlı annesiyle birlikte sonbaharın kışa dönüşünü izleyen Yusuf’un… Hayatını, evinden, ülkesinden uzakta; etini satarak kazanan Gürcü kızla birlikte yeniden yaşama isteği bulan genç adam, nefis doğa görüntüleri eşliğinde son bir sonbahar yaşıyor. Etrafı kuşatan yalnızlık, adaletsizlik, ve imkânsızlık aslında bütün dünyanın bir F tipi cezaevi olduğunu söylüyor... Bir ağıtla sona eriyor içinde devrim ateşi yanan film. Acılı ama insandan, iyilikten ve güzellikten yana umudunu kesmeyen bir ağıtla...

Semra Çelebi - Evrensel
‘Sonbahar’ 1990’lı yıllarda sol görüşlü bir üniversite öğrencisi olan Alper’in, kendi yaşamına dair izler taşıyan, politik bir duruşu olmasına rağmen ajitasyona kaçmayan aynı zamanda sanatsal bir yapıt olmayı başarabilen bir ilk film.

Alper ilk olarak 90’lı yıllardaki üniversite gençliğini anlatmak üzere başlasa da projesine, hayatını etkileyen bir çok olay senaryosuna yansımış.

Doğduğu yer Artvin Hopa’daki çocukluğu, orada konuşulan dil Hemşince, hemen sınır komşusu Gürcistan, Sovyetler Birliğinin yıkılışıyla dağılan hayatlar, diğer tarafta üniversite gençliği, yıllarını cezaevinde geçirenler, F tipleri, ölüm oruçları…

Hepsi de hiç rahatsız etmeyen, aşırıya kaçmayan bir tonlamayla, oldukça çarpıcı ama bir o kadar sakin bir olay örgüsüyle aktarılıyor filmde.

Ve böylece politik ama aynı zamanda psikolojik bir filmi sıkıcılığa kaçmadan sanatsal bir biçimde sunmayı başarıyor Alper.

Hayatının en güzel dönemindeki’ 10 yılı cezaevinde geçiren, burada 19 Aralık operasyonu ve ölüm oruçları sonucunda düştüğü hastalık nedeniyle serbest bırakılıp Hemşin’deki köyüne annesinin yanına dönen Yusuf’un hikayesi, Sovyetlerin yıkılmasından sonra para kazanmak için küçük kızını Gürcistan’da bırakıp Hopa’ya gelen ve burada “nataşalık” yapmak zorunda kalan Elka’yla kesişiyor.

Karadeniz’in çarşaf gibi sakin , umutsuzluğun yoğun olduğu sonbahar günlerinde başlayan bu öykü, hırçınlaşan dalgalarla birlikte umudu ve aşkı getiriyor sinema perdesine.

Ama gerçekçi bir son ve kafalardaki sorgulamalarla bırakıyor seyirciyi.

Kaynak: ntvmsnbc.com

Consuelo Luz

0 yorum




İspanyol asıllı bu kadını dinleyin, özellikle - her ne kadar Ferhat Göçer şarkının ruhunu yok etmiş olsa da - Los Bilbilicos (The Nightingales) 'i dinleyin. Albümü de buradan indirebilirsiniz.

İsrailin Yaptığı Katliam

10 yorum




İsrailin 6 aylık ateşkes döneminden sonra gerçekleştirdiği bu kıyımı/katliamı lanetliyorum. Herşeyden önce insanlığa yazıklar olsun.

http://www.haberturk.com/haber.asp?id=117526&cat=180&dt=2008/12/27

www.ozurdiliyoruz.com

0 yorum

"Ermenilerden özür dileme" açılımı burada tartışılıyor, katkı yapmak isteyenler gelebilir.

Black OX Orkestar

0 yorum




Evrensel Müzik
sitesinden indirdiğim iki albümünü de çok beğendim. Sadece müzikal kaliteleriyle değil, politik görüşleri açısından da çok beğendim bu grubu. Kendileri "Arapların ve Yahudilerin kemikleri üzerinde "kim dans ediyor?" diye soruyor. Etnik müzik sevenler mutlaka indirip dinlemeli.

http://www.southern.net/southern/band/blaox/ Sitesinden bilgilerine ulaşılabilir.

Albüm linkleri için de Evrensel Müzik'in sitesine girip "black ox orkestar" diye arama yapablirsiniz.

Sonbahar (Autumn)

0 yorum



Hayatımın filmi. İçim acıdı.

http://www.didamangisa.com/2008/12/20/sonbahar/

Issız Adam

6 yorum

Issız Adam


Sadece piyasadaki filmleri izleyerek iyi bir izleyici olunmaz derler, hak veriyorum. Vasat'ın altında sinema kültürümle Issız Adam hakkında bir iki şey söylemek istiyorum.

Film kötü. Çok kötü değil ama kötü. Filmi kurtaran sadece müzikler -linkini yazının altında bulabilirsiniz-. Film kötü çünkü Ada(Adını bilmiyorum) oyunculuk açısından gerçekten çok başarısız, Vildan Atasaver'in ilk dönemlerine benzettim oyuncu kalitesini. Tabii bu karakter başrol olduğu için her dakika bu durum gözünüze çarpıyor ve insanı geriyor. İkincisi dialoglar çok sıkıcı ve bana kalırsa hiç de gerçekçi olmamış. Çağan Irmak'tan Babam ve Oğlum'daki gibi o derine seslenme durumu hiç yok zaten. Mesela kız ile erkek ayrılırlarken "karlar, dağlar, donmak" falan gibi kelimelerin içinde olduğu saçma sapan bir cümlenin kullanılmış olması bana sadece komik geldi, güldüm de. Kısacası olmamış.

Film müzikleri:

http://rs570.rapidshare.com/files/166947016/Iss__305_z_Adam_-__Film_Muezikleri__2008_.rar

Noir Désir

0 yorum

Noir Desir

Fransa'da büyük bir dinleyici kitlesi olan Noir Désir, solist Bertrand Cantat'in karısınının ölmesine sebep olmasıyla beş yıl aradan sonra tekrar müzik piyasasına girdi sayılır.

Çılış şarkıları "Gagnant Perdants ve Les temps de Cerises"'e dailymotion'dan erişilebiliyor.

Özellikle Gagnant Perdants'da "nous on ne veut pas être des gagnants mais on ne veut pas être des perdants"* demeleri bana güzel geldi. Diğer şarkıları Lemps de Cerises'in sözlerini Jean-Baptiste Clément 1886 yılında yazmış, müziği de Antoine Renard'a ait.

Fransa'da çok konuşulan "Noir Désir yeni bir sayfa açabilecek mi", "Katil bir solisti olan grubu Fransa affedebilir mi" tartışmaları arasında Noir Désir eski günlerine geri dönecek gibi. Hiç olmazsa benim düşüncem ve isteğim bu yönde.

*kazanan olmak istmiyoruz ama kaybeden de olmak istemiyoruz.

Rezillik Diz Boyu

0 yorum



Akp Milletvekili Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül: “Bugün eğer Ege’de Rumlar devam etseydi ve Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi, bugün acaba aynı milli devlet olabilir miydi?”.

Akp Milletvekili Abdülkadir Akgül:"Devletim ve milletime karşı gelenleri elbette vurmaktan hoşlanacağım. İnsan olanlar var, insanlık suçu işleyenler var. ‘Dur-vur’ yasasına göre, devlete karşı suç işleyenler varsa elbette vurulacaktır. Türkiye’de adalet herkese fazlasıyla uygulanıyor zaten".

Tayyip Erdoğan'ın "ya sev ya terket" polemiği.

Deniz Baykal'ın çarşaflı kadınlarla seçim propagandası yapması.

Yahu bu siyasilere ne oldu? Ak Parti değil miydi insanları dinine, ırkına göre hiçbir zaman ayırmayacağım diyen. Merkez'in, herkesin partisi olan. Bu işte bir terslik yok midur? Bizatihi Tayyip Erdoğan'ın sözü değil midir, "kürt sorununu çözmek için elimden geleni yapacağım". Şimdi partisinin vekilleri herkesi vurmakla nasıl tehdit edebiliyor? Nedeni belli, seçimlerin yaklaşması. Bir de tabii TSK ile Ak Parti yakınlaşması gün geçtikçe büyüyor. Türkiye’de TSK’yla yakınlaşmanın önemli bir unsur olmasını, “Cumhuriyet” sıfatını üzerine kalın harflerle bastığımız, demokratiğini iliştirdiğimiz ülkede çok normal buluyorum, yakınlaşsın bakalm. Yakınlaşsın da bu sefer de ucubelikler CHP’den geliyor. Şu alttaki rezalete bakın. Sakın yanlış anlaşılmasın “rezalet” çarşaflı kadınlar değil, Deniz Bayka’ın onca söyleminden sonra kendini böyle bir karede konumlandırması. Bu seçim telaşına daha neler göreceğiz, hadi bakalım?

çarşaf deniz baykal

Koptu Kervan

1 yorum



Benim de Pınar sayesinde haberim olan bu grubun ilk dinlediğim şarkısı lazca olması dolayısıyla tabii ki "avlaskani cuneli". Sonrasında Hey gidi dünya hey- zaten bu şarkının sozleri de hakikaten harika-. Çok böyle bizden, çok samimi müzik anlayışları var. Biraz aradım google'da, aşağıya uludağsozluk'ten alıntılanmış bir yorum koyuyorum. Şarkılarını dinlemek istiyorsanız, buradan indirebilirsiniz.

etnik müzik yapan sokak çalgıcıları.
son olarak beşiktaş'ta kadıköy iskelesini terk etmek zorunda bırakıldıklarında gördüm onları, nerede çalacaksınız şimdi dedim kadıköy diyecek oldu grup elemanlarından biri sonra vazgeçti, anladığım kadarıyla zor yaptıkları, yaşamaları. lakin sonra çok da geleceklerini umursamadan, ne kadar diye sorulduğunda gönlünden ne koparsa diye cevap verdikleri ve sattıkları albümlerini dinledim. haliyle kulağıma yabancı geldi çaldıkları müzik, hayranlık uyandırıcı ancak, küçümsenecek birşeyden bahsetmiyoruz. koptu kervan; hintçe, farsça,türkçe, ibranice, yunanca, lazca ve kürtçe şarkılardan oluşan 12 şarkılık albümlerinde bize sesleniyorlar, her ne kadar bizim coğrafyamızdan enstrümanlarıyla bizim coğrafyamızdan diller ve tınılarla olsa da henüz ne dedikleri anlaşılmıyor, suçlu onlar değil tabii ki; kendimize ve çevremize yabancılaşıp seçici geçirgen özelliğimizi kaybederken yani ölürken yani ne sunulursa kabul ederken yani yuvarlanırken biz, onlar bize bir şeyler söylüyorlar.


koptu kervan albümünün tracklist' i ise şöyle;
1 -jay radha(hintçe)
2 -tu in zamune(farsça)
3 -bhala kisika(hintçe)
4 -hey gidi dünya(türkçe)
5 -hine ani(ibranice)
6 -kokina hili(yunanca)
7 -ganga(hintçe)
8 -sevdim seni(türkçe)
9 -sada nirantara(hintçe)
10-avlaskani(lazca)
11-ayodeya(hintçe)
12-zamane dostaniye(kürtçe)


buraya yazarken eksik bir şeyler olduğunu düşünerek şunları eklemek istedim. hayır coğrafyamızdan değil söyledikleri, başka bir şey yapılan; yani kültürümüzü ve çevremizi tanıyalım değil olan biten. düşüncem odur ki pek de bir amaç olmadan hareket edilmenin neticesinde bir yere ulaşılmış, modern insana yabancı ve önemlisi yabani gösterilen, sonra da ikiyüzlülükle bizlere gizemli diye satılan, tanıtılan değil sömürülen kültürlerin yani 'ötekilerin' içinde bulunduğu bir albüm olmuş.
müthiş bir dinginlik var.

Uludağ Sözlük

[Parmaklıklar Ardında] Selim Bölükbaşı - Selimina

0 yorum

Selim Bölükbaşı

Selim Bölükbaşı

Bu aralar TV’de “Parmaklıklar Ardında” adlı dizinin fragmanında çalan bir lazca müzik var. Kazım Koyuncu’nun Hayde albümününde de olan Selimina adlı bir şarkı. Söz ve Müzik Kazım Koyuncu’ya değil Selim Bölükbaşı ve Harun Bölükbaşı’na ait ama dinlerken şarkının yarattığı yoğunluk tıpkı Kazım Koyuncu’nun şarkılarındaki gibi. Kesinlikle dinlemenizi öneriyorum.Kazım Koyuncu’nun albümünde olduğu için Kazım Koyuncu- Selimina diye aratırsanız, download editörlerin’de bulabilirsiniz.

Selim Bölükbaşı - Selimina

Sölzerini de Türkçe’ye çevireyim:

avlaskani şkala celevuluti
gugum elibi do tsarişa uluti
hindoy va makitxu si nak uluti
mo moğodi haşo e beymuradi

avlun’un(senin) oradan aşağı iniyordum
güğüm(içine su doldurulan hazne) asmış suya gidiyordun
o zaman(o an) soramadım, sen nereye(ne kadar süre) gidiyordun
bana boyle neden yaptın be muratsız

Bu işler nasıl işler bizden habersiz işler

0 yorum

İlker Başbuğ

TSK belki de tarihinin en zor günlerini yaşıyor. İlk kez TSK'ya karşı çok ağır eleştirileri ve suçlamaları bu dönemde duyuyoruz. Benim de çizgisini çok yadırgamadığım Taraf Gazetesi'yle başlayan TSK'yı şuçlama furyası bugün bir çok gazetenin ve yazarlarının bu furyaya katılmasıyla sürekli büyüyor. Bu eleştirinin odak noktası tabii ki son dönemde artan şehit sayısı. Dağlıca baskınında verdiğimiz 12 şehit ve sonrasında Aktütün'deki 17 şehitten sonra TSK'nın görevini kusursuz bir şekilde yapıp yapmadığıyla ilgili tartışmalar sürüyor. Özellikle Taraf Gazetesi, Dağlıca baskınıyla ilgili resmen TSK'nın bu baskını önceden bildiğini ve önlem almadığını söyledi. Bu söylemin manası: TSK, askerlerin ölmesine bir amaç uğruna göz yumdu. Bu benim aklıma pek yatan bir söylem değil ama Taraf bu iddiayı gayet mantıklı nedenler üzerine oturtmuştu. Şimdi ise Aktütün baskınıyla ilgili birçok yazar aynı şeyleri söylüyor.

TSK'nın yapısı eleştirilebilir mi? TSK, terörü bitirmek konusunda başarılı mı? Tek başına terörün bitirilmesini sağlayabilir mi? Terörün beslendiği unsurlar neler? Terör sadece bir gerilla örgütü müdür? Hükümet'in bu konuda attığı adımlar başarılı mı?

Öncelikle TSK'nın yapısıyla başlayalım. Eskiden vicdani ret'çilerin seslerini bile duymazken artık militer yapının bir parçası olmak istemeyen kimseler tarafından daha sesli bir şekilde duyurulmakta. Dahası bu kişiler TSK'yı başına buyruk bir kurum olarak görmekte ve sanki iktidardan bağımsızmış gibi hareket etmesini eleştirmektedir. Sadece bunlar da değil, TSK'nın iç yapısını da eleştirenler var. İki ay eğitim alıp teröristle çatışan askerlerin olması beni rahatsız ettiği gibi bir çok kişiyi rahatsız ediyor. Bir de tabii vatani görevini TSK kurumu çalışanlarına ve ailelerine hizmet ederek geçiren insanların olması da hoş değil.

TSK'nın net bir şekilde terörün silahla bitirilemeyeceğini kamuoyuna duyurması gerekiyor. Bu iş silahla bitmez, bitemez. Bölge halkının kazanılması gerekiyor. Lakin çok derin bir tezat bizi karşılıyor bir noktada. Bölge halkının neredeyse yarısını oluşturan bir kesimi DTP'ye oy veriyor. TSK ise DTP'yi düşman olarak görüyor ve hiçbir şekilde kendisine muhatap kabul etmiyor. Aslında bu doğru bir davranış çünkü PKK'yla bağları bu kadar somut olan bir grubu muhatap almak, bu grubun içindeki kişilerin elini sıkmak demek şehitlerimize yapılan bir ihanet olur. FAKAT. TSK, bu kişileri kaale almayarak DTP'ye oy veren ciddi bir kesimi de kaale almamış oluyor. Yani DTP'yi terörist yandaşı olarak gördüğünü ve bu doğrultuda eylemini bu partiyi iterek gösterirken ona oy veren yüzbinleri de terörist yandaşı olarak etiketliyor. Burası işin içinden çıkılamayan nokta ve tabii ki bu noktanın kaldırılmasını sağlayabilecek tek unsur var. Gerçekten DTP sadece ırki özgürlüklerini istiyorsa bunu gösterip terör örgütleriyle dolaylı ya da doğrudan bir ilişki kurmayı kesip, gerçekten "demokratik" hakları için savaşmalı. MHPvari etnik milliyetçiğinden kesinlikle vazgeçmeli. Baskın Oran'ın bu konudaki bir sözü çok hoşuma gitmişti: "...Biz sizi Türk milliyetçiliğine karşı desteklemeye geldik. Yalnız, bir milliyetçiliğin bir günden bir güne bir başka milliyetçilikten farkı yokmuş. Biz sizi aynı zamanda Kürt milliyetçiliğine karşı desteklemeye geldik."

Tabii ki sadece iki kutup arasında cereyan eden bir konudan bahsetmiyoruz. Terör, beslendiği kaynaklar ve beslediği kaynaklar olarak iki yola ayrılıyor. Biliyoruz ki bu beslediği kaynaklar içinde T.C vatandaşı insanları da var. Bu kaos ortamından kar elde eden insanlar olmasa bu sistem bu kadar uzun yaşayamazdı. 1978- 2008 tam 30 sene. 30 sene sadece bir fikrayat uğruna insanlar savaşamaz. Bunun altında dış mihraklar, iç mihraklar olmasa ve devlet Kürtleri kendisine küstürmek konusunda bu denli başarılı olmasaydı terör bunca yıl teşekkül etmiş olmazdı. Bu yüzden terör sadece bir çok bilinmeyen parametreden oluşan "bir" denklem değil aynı zamanda bu parametrelerin oluşturduğu "bir çok" denklemden oluşuyor. Dolayısıyla Gauss teoremiyle gidebileceğimiz en iyi nokta bu parametrelerin oluşturduğu tek bir denklem elde etmek olabilir ama bu çözüme yaklaşılmış anlamına gelmez bilakis çözümden uzaklaşmış oluruz.

Hükümet'in bu konuda 2007 yılında dillendirdiği yardım paketi ve o bölgede bir çok fabrika kurulması fikrinin yerinde yeller esiyor. Daha hiçbir şey yapılmış değil. Bu arada
AKP'nin o bölgede DTP'ye ortak olmasını da çok ince ayrıntılarda aramak gerekmiyor. AKP'ye olan inançtan ziyade "ya dinime ya da dilime oy veririm" zihniyetinden daha ileri gitmiyor. Şimdi ise AKP'den gördükleri ya da görmedikleri destekten sonra AKP'nin yine aynı başarıyı o bölgede göstermesi çok zor. Kaldı ki gün geçtikçe sağa doğru kayan AKP'nin o bölgede eski başarasını göstermesi büyük bir tezat olur. Bakalım...

Diyebildiğim terörü bitirecek TSK değildir bilakis TSK, DTP'ye olan -maalesef doğru da olsa- tavrı nedeniyle, bir kesimi sürekli terörist olarak suçlamış oluyor. Dolayısıyla TSK'nın bu konuda elinden gelen bir şey olamaz. DTP artık inisiyatifi eline almalı ve bir terör örgütü maşalığından "Demokratik Toplum Partisi" mizacına bürünmeli. Bürünebilmeli. Bunlardan da önce hükümet, daha önce sözünü ettiği yatırımları bir an önce faaliyete geçirmeli. Ve hepsinden önemlisi: "Toplumsal Barış". Bu en ama en önemli iç unsur. Birileri, diğerini öteki olarak gördüğü sürece, bu işe bir çözüm bulmak neredeyse imkansız olacak.

Fenerium

0 yorum

Deniz Feneri

Dün, Almanya’da yayınlanan Deniz Feneri iddianamesinin Türkçesini okuma fırsatı buldum. Açıkçası iddianame’de şahısların, tanıkların ifadeleri gidişatı değiştirecek kadar değişmediği sürece Tayyip Erdoğan’la ilişkilendirilebilecek bir perspektif çok gerçekçi durmuyor. Deniz Feneri Davası vesilesiyle hoş olmayan bir tartışmaya da seyirci oluyoruz. Tahmin edeceğiniz üzere Doğan- Erdoğan tartışması. Şahsım adına bir taraf olamadım ve olamayacağım da. Bir Galatasaraylı olarak Beşiktaş- Fenerbahçe maçını izlerken duyduğum hissiyatı bu iki zatın tartışmasında da aynı şekilde duyuyorum. Maç berabere biter diye umuyorum fakat illa da biri kaybedecekse bu Fenerbahçe olsun isterim. Bu minvalde Fenerbahçe’nin Tayyip Erdoğan olduğunu söylemekte fayda var.

Tayyip Erdoğan diyor ki: Aydın Doğan böyle, böyle(Hilton, CNN Turk) hukuki olmayan isteklerde bulundu, biz ona destek vermediğimiz için bizi karalama kampanyasına başladı. Bir de üstüne ekliyor: “Bunlar böyle götürdü paraları, devleti böyle soydu”. Madem böyle bir durum var, şimdiye kadar neyi, neden beklediniz... 7 yıldır o koltukta oturuyorsunuz. Madem herşey bu kadar safi, çıkıp bu adam da böyle böyledir demek çok mu zor. Acaba basın- yayın organlarının nerden baksanız %50’sinden fazlasına sahip olduğu için mi susup kaldınız... Acaba seçim kampanyalarında gemiler çıkar, yolsuzluklar çıkar ortaya diye mi sustunuz? Böyle samimiyet olmaz. Bunun adı düpedüz adam kandırmaca. Millete Doğan şöyle yaptı, böyle yaptı şeklinde atıp, tutmak kolay -doğru olsa dahi- nerdeydiniz 7 sene biri bunun cevabını vermeli. Bu “Köprüyü geçene kadar” hikayesinden başka bir şey değil. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” fikriyle hareket ederken iyi, size dokunlunca, külhanbeyi naraları... Bu kadar adi bir siyaset anlayışı olamaz, olmamalı. Bunun hesabı verilmeli. Asıl üzerinde durulması gereken nokta budur. Ciner grubu olsun, diğer iktidar yanlısı ve doğan gruptan olmayan gazeteler bunun üzerine gitmeli.

Aydın Doğan’a gelince. Aydın Doğan bana kalırsa sözüne en son güvenilecek insanlardan biri. Siz imar izni 43 bin m2 olan yeri sadece 255 bin dolara alacaksınız. Ondan sonra bunu bilmem kaç m2′ye çıkartmak isteyeceksiniz. Bunun anlamı nedir? Düşünün ben bir arazi satıcısıyım, arazime imar izni en fazla 2 kat veriliyor. Ben de buna göre düşünüp ederini 200 milyar koyup satıyorum. Alan adamın bunun için imar iznini tamamen hukuksal olmayan bir şekilde 12 kata çıkardığını düşünün. Bunun bana kaybı yaklaşık 1 trilyondur. Aynı şekilde eğer Aydın Doğan bu izni alabilseydi, Emekli Sandığı, tam 1.250 milyar dolar zarar edecekti. Yani milletimiz tam 1.250 milyar dolar zarar edecekti. Bu ne ahlaka, ne sosyal-devlet’e(ki gerçi biz değiliz zaten) uyan bir davranış. Bunu geçiyorum, Tayyip Erdoğan’ın Ertuğrul Özkök hakkında söylediklerine tamamen katılıyorum. Hürriyet gazetesi Doğan’ın nasıl isterse öyle şekillendirdiği insanları yönlendirme aracından başka hiçbir şey değildir.

Sonuç olarak kazananı öngörülemeyecek bir savaşla karşı karşıyayız fakat ben söyleyeyim ikisi de birbirlerine ne kadar zarar verdiklerini düşünüp tekrar masaya oturabilirler. Aksi halde, Tayyip Erdoğan bu Deniz Feneri mevzusunda suçlu olsa, böyle stratejik bir hata yapmazdı. Aynı şekilde Doğan’ın elindeki bilgilerin çok önemli olduğunu düşünse bu oyuna girmezdi. Hatta bu durumu Pokerle açıklamak çok daha kolay olacak gibi. Poker de blöf ve arttırmak diye iki kavram vardır; Erdoğan, Doğan’ın blöfünü yemediği gibi üstüne de bir hayli arttırdı. Gördüğüm kadarıyla Doğan da çekilip, “oyun içinde arttırdığı paraları” kaybetmektense Erdoğan’ın arttırdığını da arttırdı. Bunun karşılıklı arttırmalarla nereye kadar gidebileceğine hep beraber şahit olacağız. En sonunda kartlar açılacak ve kimin kazanacağını göreceğiz.